Perşembe, Kasım 5

29 Ekim'den 10 Kasım'a...

Türkiye için en önemli 2 tarih olsa gerek... Biri 86 yıl önce bu topraklar üzerinde bağımsızlığımızı ilan edip, Cumhuriyeti kurduğumuz tarih, diğeri de ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'ün ölüm yıl dönümü...


Klasik törenlerle, devlet erkanı tarafından verilen mesajlarla, şehirlerin ana caddelerinde düzenlenen kortejler ile kutlanılan iki gün. Merak ediyorum ne kadar insan bu 2 günün anlamlarının gerçekten farkında? 10 Kasım'da Anıtkabir'i dolduran binlerce insan, dilerim ki geri kalanların da örneğidir...


Türkiye şüphesiz ki, çok zorlu bir süreçten geçmekte. Ne yazık ki, zorluğun kendisi de devletin başındakilerden ileri gelmekte. Eskiden bir söz vardı, "Allah devletimize zeval vermesin" diye, maalesef ben artık her gün "Allah, hükumete zeval versin" diyorum... Artık işin gerçekten boku çıktı... Gündem o kadar yoğun ki, akşam haberlerini izlemeye koyulduğumda, bakıyorum bir saat çoktan geçmiş bile. Her gün farklı bir olay, her gün başka bir yapay gündem. Ne hukuk sisteminin, sistemliği; ne de devlet işlerinin gizliliği kaldı. İşine gelen istediği belgeyi, savcılıktan önce haber kanallarına gönderiyor, işine gelmeyen de onlarca insanı -daha suçlarının ne olduğu belli olmadan- istediği kadar içeride yatırıyor; yine aynı işine gelmeyen kendi hazırladığı saçılım paketlerini kendi kendine uygulamaya koyuluyor, üstelik bunu milyonları hatta bu vatan için canını ortaya koyanları bile hiçe sayarak yapıyor...


Keşke bu 10 Kasım'da da lise çağlarımda olduğu gibi Ankara'da olabilsem; Anıtkabir'i, Atamı ziyaret edebilsem diyorum. Badem'lilere inat oraya giden milyonların arasına katılabilsem diyorum...


Unutmadan bir söz var ya, her yerde görürüz "Atam sen rahat uyu" diye, artık o da tarih olacak gibi, herkes artık kendi gibi Ata'nın da rahat uyuyamayacağının farkında olsa gerek...

Salı, Eylül 22

Açık Mektup...







Bu hafta yayınlanan Hurriyet IK gazetesinde bir kose yazısı gozume ilisti. Yazıyı bir hısımla okudum, sonra uzun sure dusundum. Sonra tekrar okudum, Serdar beye cevap vermek istedim. Derken kendisine uzun bir mail yazdım... Daha sonra da yazımı blogumda yayınlamaya karar verdim. Yazısının baslıgı "Bugunku genclerde hic is yok... mu?" idi. Merak edenler yazıya buradan ulasabilirler. Benim cevabım da asagıdaki gibi...


-----------------------------------------------------------------


Serdar bey merhabalar,



20 Eylul Pazar gunu Hurriyet IK'da cıkan yazınız uzerine nacizane bazı fikirlerimi paylasmak isterim.

............... Sizin de belirttiginiz gibi yazınızı pazar gunu okuma sansım olmadı ancak pazartesi gunu okuyabildim. Aynı gun İstanbul'da bir vakıf universitesinde okuyan kuzenim de sizin yazınızı okumus ve size cogu konuda hak vermis.

Ben yazınızı 2 defa okudum, ve cesitli notlar aldım bunları sizinle paylasmak istedim; oyleki bunlar uzerine birkac saatlik aralıkta epeyce sure dusundum.

Kuzenim vakıf universitelerinden birinde ders verdiginizde karsılastıgınız tabloya maalesef mumkundur gozuyle baktı. Ote yandan bu durum sadece vakıf universiteleriyle kısıtlı olmasa gerek, ornegin Teknik Universite'de de olabilir, nitekim orneklerini de gordum.

Oncelikle genclerin gazete okumamasıyla ilgili olarak, ben gunluk gazete alıp okuyan biri degilim. Ancak istinasız her gun ntvmsnbc ve bbcturkce'yi birkac kez acıp okumaktayım. Acıkcası -her ne kadar gazete maliyeti cok dusuk olsa da- gazete almaktan nispeten daha ucuz olan ve de daha kolay (erilisilebilir) olan bu yontem maalesef beni gazete satın almaktan alıkoyuyor (kaldı ki kose yazarlarının yazılarını da internetten okuma sansımız var). Ustelik bbc'nin sagladıgı bir ekstra fayda da haberleri podcast olarak indirmenize yardımcı olması, boylece istediginiz dilde indirdiginiz haberleri gun icerisinde yolda veya herhangi bir yerde dinleyebiliyorsunuz ki bu gazete tasımaktan cok cazip bir secenek olusturuyor. Bu noktada, kendi adıma, diger yayın kuruluslarının da benzeri uygulamalara gecmelerini temenni ederim.

Galiba bir konuda haklısınız, bizler fikir savunma veya tartısma konusunda cok da basarılı olmayabiliriz. Bunu universitemdeki hocalarımın da cogu dile getirmekteydi. Ancak bu noktada, ben, biz genclerden ziyade anne babalarımızı sorumlu goruyorum. Ozellikle '70 - '80 donemini yasamıs anne babalarımız uzun yıllar bize siyaset hakkında yorum yapmamayı, fikirlerimizi belirtmekte her zaman icin cok rahat olmamazı telkin edip durmustu. Bence bunun sebep oldugu en buyuk sorun ise, genclerin cogunun ortak paydalardan uzaklasıp "ben"leriyle ilgilenmeleri. Maalesef ki, suan cogu genc -ister universiteli ister egitimsiz farketmez- vatanını; ulkenin gidisatını; dısarıda neler olup bittigini degil, okulundan en yuksek ortalamayla mezun olmayı, ya da iyi bir ise girebilmeyi, tırmanacagı kariyer basamaklarını; alacagı maası vs dusunuyor. Bunlar da maalesef her gecen gun biraz daha "gordugunu zanneden ama kor olan" bir genclige donusmemizi saglıyor.

Fakat yine de genclerin arasında -belki butun gencler arasında cok buyuk bir cogunluk degil ama- fikirlerine ve geleceklerine sahip cıkan, toplumun geleceginde rol oynamak isteyen, ozellikle de sivil toplum hareketlerinde (tog, unicef, greenpeace, vd.) boy gosteren gencler de oldukca fazla sayıda. Kendi adıma ornek vermem gerekirse, yaklasık 2 sene kadar uluslararası bir sivil toplum kurulusunda faaliyet gosterdim ve bu sure icerisinde ulkemizdeki stk faaliyetlenmesi (her ne kadar ab finansmanıyla olsa da) ve bu faaliyetlenmede genclerin onemli rol oynaması beni cok sevindirdi.

Gencleri okumak, yazmak, dusunmekten alıkoyan nedenlere gelince, bir genc olarak bence bunlar cok cesitli toplumsal sorunlara dayanıyor. Artık sizin zamanınızdaki gibi degil, universitelerde okuyan sanslı azınlıklar her zaman okuyan-yazan, dusunen-konusan anne babaların cocukları olmuyor. Artık cogunlugunun ebeveynlerini isci - memur anne babaların olusturdugu bir ogrenci toplulugu soz konusu (ozellikle devlet universitelerinde). Maalesef de bu ebeveynler her zaman cok bilincli, okuma-yazma bilen, ogrenmeye cok meraklı kisiler olmuyor. ........... Ben maalesef ki ancak universiteye geldigimde, aslında okumam ve ogrenmem gereken cok seylerin oldugunun farkına varabildim. Bunda tabiki, universite oncesi surecte iyi bir universite kazanabilmek kaygısıyla sadece OSS'ye calısmak zorunda olmamın da onemli bir sebep teskil ettigi goz ardı edilemez.

Sizin de dediginiz gibi Turkiye'deki gencligin onunde onemli sorunlar, belki de "distracter" lar var, onları calısmaktan, okumaktan alıkoyan. Genclik universitede derslere girmekten ziyade, MTV'de saatlerce video klip izlemek, turk aile yapısına kesinlikle aykırı olan gerek yerli gerek yabancı televizyon dizileri izlemek (bknz, ask-ı memnu, yaprak dokumu, gossip girl vs), kazananların da kaybedenlerin de bize birsey kazandıramayacagı aciz popstar, 500milyar, vs cesitli yarısmalar izlemek ya da ulkeyi hayal perest sevdalarla kurtarabilecegini dusundugu bazı siyasi olusumların universite yapılanmalarında zaman gecirmek gibi faydasız faaliyetler pesinde kosmakta, en kotusu de diger bir azınlık gerek kampuste gerekse dısarıda PKK vb. bolucu orgutlerin sempatizanlıgını yapmakta, faaliyetlerini yurutmekte....

Kaldı ki suana kadar sadece universiteli genclilkten bahsedebildik, bir de 1milyon 800binden fazla ogrencinin girdigi OSS sınavında matematik / fen bolumu ortalamalarının eksilere kadar inmesine neden olan cogunluk var. Onların cogu universite egitimi alamamakta, bir kısmı ise siyasi rant kaygılarıyla adı sırf universite olsun diye acılmıs egitim kurumlarında sahte egitimler almakta. Bugun ben Teknik Universiteyi bitirdigimde bile geride kalan sure icerisinde fakultemde hizmet veren profesor unvanlı hocalarımın kacından ders alma sansını yakaladıgımı (kacınının ders actıgını demek istiyorum), kacının ise yuzunu sadece bir kac defa gordugumu dusundugumde, Turkiye'nin ucra koselerindeki okullarda egitim alan genclige maalesef biraz kaygılı bakıyorum. Suan icin yurtdısında lisansustu egitimi almak isteyen bir ogrenci olarak ise, dunya capında okulların sıralamalarına (cesitli sıralamalar mevcut; web tabanlı yaygınlıga gore, akademik yayınlara gore vs) baktıgımda ulkemizdeki okulların sadece 1-2'sinin ilk 500'lere girebildigini ya da hic giremedigini gormek ise ayrı bir kayıp olsa gerek.

Ancak yine de, sadece kendi arkadaslarım olan azınlıkta bile; kendini kisisel anlamda cok gelistirmis veya kendine y.dısında/y.icinde cok guzel okullarda y.lisans imkanları saglayan veya stk hareketlenmelerinde cok faydalı isler goren cok sayıda arkadasım oldugunu bilmek beni cok rahatlatıyor.
Umarım cok vaktinizi almadım,


Saygılarımla,
------------------------------------------------


Herkese iyi bayramlar......



Cuma, Aralık 12

gidişat kötü (?)


eğer yolunuz düşer de benim blog'uma da göz atarsanız; bu yazıyı ülkenin hatrı sayılır bir üniversitesinin son sınıf öğrencilerinden biri tarafından yazıldığını göz önünde bulundurmanızı istirham ederim.

efendim, malum türkiye son yılların en zorlu döneminden geçiyor olsa gerek. bayram tatili araya girdi de, ülkenin en flaş 2 haber spikerinin -Dündar ve Birand- yokluğundan mı yoksa gerçekten herşeyi bırakıp tatil yapmak istediğimizden midir bilemem, bir nefes alıyoruz sanki.

ne demiştik, zorlu bir dönem. geriye dönüp baktığımda ülkeyi bu kadar çıkmazın içine sürükleyen bir dönem ben hatırlamıyorum. hani benim yaşım genç diyorum, büyüklerle de konuşuyorum, arada da okumaya çalışıyorum. ama sanırım 12 eylül döneminden bu yana bu kadar çetrefilli bir dönem yaşanmamış gibi. o zaman da ne olduğu apaçık ortada.

AKP hükümetinin adeta Demokrat Parti hükümetininin yolunu izlemesi, sadece izlese neyse, her başa gelişinde demokrasiden biraz daha ödün vermesi, adeta diktatorya kurması mı desem, güney doğuda ardı arası kesilemeyen PKK terörü mü desem, sadece terör değil bir de "harici bedhah"ların oyununa gelen DTP'nin bölücü faaliyetlerinin ardı arasının kesilmemesi mi desem, AB'ye giremeyeceği Türk ve Türkiye düşmanı ülkeler tarafından dağa taşa yazılmasına rağmen hala AB kapısında kul köle olan Türkiye'nin karışılmadık hiç bir iç işinin kalmaması - AB'ye kukla edilmesi mi desem, yoksa artık ülkede kimin suçlu kimin suçsuz olduğunu anlamanın imkansız hale getirildiği Ergenekon vb. sürüncemeler mi desem. Çökmüş sağlık sistemini, adelet sistemini ve de DEMOKRASİ sistemini ise hiç katmıyorum işe...

bunlar yetmezmiş gibi, 1 yıldan uzun süredir ben geliyorum diyen global krizin artık türkiye'de çalınmadık kapı bırakmaması, binlerce insanın işsiz kalması, ki bu da demektir on binlerce insanın aç susuz kalması, gelecek kaygısı taşıması...

"hamd olsun" Erdoğan var ama başımızda. malum seçimler de yaklaşıyor. e size de gelmiştir belki 1-2 ton kömür. çok şükür en azından ısınacağız, tok olamasak da soğukdan donmayacağız.

bu ülkede DP den beri süregelen din üzerinden siyaset bitmedikçe, mantar gibi türeyen Gülen'cilere birileri dur demedikce, Erbakan'a "mücahit:kutsal ülküler uğruna savaşan kimse" (kaynak: tdk) diyenler akıllanmadıkça, korkarım ama ne bu ülkenin beli doğrulur ne de atatürk'ün kurduğu cumhuriyete sahip çıkabiliriz.

ne cehaletin sonu gelir, ne de fakir fukaralığın. aslında çark da böyle işliyor zaten. birileri sürekli ezilecek, altta kalacak ki, diğerleri onların üzerine basarak yukarılara çıkabilsin. bu ülkede insanların cahil kalmasını isteyenler var! maalesef! halkı uyutmadan yapamayacaklarını, halkı uyutarak yapanlar var. yıl 2008, ülkenin başkenti ankara'da bile, sokak aralarında top dağıtarak oy toplayanlar var...

bir ülkenin maliye bakanı vergi kaçıranlar listesinden olursa, milletvekillerinin neredeyse yarısının hakkında dava dosyası varsa, yıllardır geliri gideri bilinen başbakanın oğlunun kendine ait RO-RO'su varsa... ülkeyi yönetenler hem dokunulmazlıklarını kaldırmaktan hem de mal varlıklarını açıklamaktan korkuyorsa sistemde bazı yanlışlar var demektir...

... saymakla bitmiyor. bütün bunların sonu nasıl gelir orasını ise hiç kestiremiyor insan. acı olan şu ki, birileri bu olanlara dur demezse, ne atalarımızın kanlarıyla çizdiği sınırlar kalacak ortada, ne de bu sınırlar içerisinde yaşamak isteyenler.

ne yazık ki, bugün yetişmiş genç nüfusun (naçizane bendeniz de dahil) önemli bir çoğunluğu yurtdışına kaçış arayışında. ülkesinde kendine ait bir gelecek göremeyen, bu çıkmazların sonunun gelmeyeceğini düşünen ve de dışarıda daha iyi koşullarda yaşama imkanı bulan gençler beyin göçünün ardı arasını getirmiyor. Ancak ne yazık ki, bir "Jön Türkler" daha olmayacaktır!

Perşembe, Aralık 11

Bozkırın Tezenesi





Bozkırın Tezenesi...


Aranızda ne demek istediğimi anlayanlar vardır elbet. Bir ustaya olan saygımı göstermekten çok -saygı göstermek adına yazı yazmak bana düşmese gerek- sizleri -varsa aranızda hala tanımayan, bilmeyenler- anadolunun bağrından gelen bir üstadla tanıştırmak, ona duyduğum hayranlığı bir kez de buradan dile getirmek istedim.

Kırşehir'li değilim ama, kültürlerin benzerliğinden olsa gerek bozlak türküleri dinleyerek büyüdüm diyebilirim (ne de olsa Ankaralı'yım). Ne güzeldir ki, dinleyerek büyüdüğüm o türküleri çok sevdim ve hala da dinliyorum.

5 yaşında bağlama çalmaya başlayan, babasıyla köy köy düğün düğün gezerek türkü çığıran bir Kırşehirli Neşet Ertaş. Sasıyız türkü yazan, beste yapan gerçek bir sanatçı. Türk halk müziğinin duayenlerinden.

Çok acıklı bir hayat yaşamış. Yıllarca bağlama çalmaktan, genç yaşta parmaklarını kaybetme tehlikesi yaşamış. Bir akrabasının yardımıyla tedavi için Almanya'ya gitmiş ve sanatçı statüsüyle oturma izni almış. 20 yılı aşkın süre orada kalan, geçimini bağlama çalarak kazanan bir sanatçı. Yıllar sonra Türkiye'ye döndüğünde ise ancak hakkettiği değeri görmüş. Onca zaman sonra, 2000 yılında Açık Hava Konserlerinde verdiği konserle hayranlarını bir kez daha mest etmiş.

Zahide, Evvelim sen oldun, Hata benim, Zülüf dökülmüş yüze, Yalan dünya ve daha nice eseslerin sahibidir üstad. Sayısız albüm, sayısız eser.

Garip olmaktan, gariplerin yanında durmaktan hiç vazgeçmemiş Neşet Ertaş. Gerek Almanya'da geçirdiği sürede, gerekse öncesinde yazdığı türkülerin sözleri her zaman için insanın içini burkan cinsten. Ben kendisine bir kez de buradan sonsuz saygı ve teşekkürlerimi sunmak istiyorum.

Yıllardır benim için bir kaçış noktası olmuştur onun türküleri. Bu satırları yazarken de onu dinlemekteyim.

Merak edenler varsa, http://www.nesetertas.com.tr/ ye bakabilirler. Sayfanın üstünde kalan mediaplayer'dan üstadın ve babası Muharrem Ertaş'ın türkülerini ücretsiz olarak da dinleyebilirsiniz.

Keyifle dinlemeniz dileğiyle...

Uzun bir aradan sonra...

Uzun süredir yazmıyordum. Malumunuz her zaman oldugu gibi 9 günlük bir bayram tatilinin daha keyfini sürmekteyiz. Bu süreçten istifade ben de bir şeyler karalamak istedim. Aslında son dönemlerde Türkiye'de yaşanan olaylar hakkında yazmayı arzuluyorum. Nacizane siyasi görüşlerimi de katarak. Umarım önümüzdeki günlerde hep beraber okuyor olabiliriz.

Cumartesi, Ağustos 16

Beijing 2008!

Viva Olympics!

Uzun zamandır bu kadar keyifli günler geçirdiğimi söyleyemem. 08/08/2008 de Pekin yerel saatiyle, saatler 08:08'i gösterdiğinde başlayan; 28 disiplinde yaklaşık 10,500 atletin mücadele ettiği, ve 20,000 civarında akredite basın mensubunun takip ettiği 29. Yaz Olimpiyatları mükemmel bir yaz yaşatıyor.

Açılış seramonisiyle adeta ben geliyorum dedi Pekin 2008 oyunları! Eurosport spikerinin "Muhtemelen Londra Olmipiyat Komitesi soğuk terler döküyordur" demesi durumu açıklamaya yeterdi. O ana kadar hayatım boyunca izlediğim tartışmasız en mükemmel açılış seramonisiydi! Tam 3 saat süren seramonin 2. saati sonunda evden çıkmak zorunda olmam canımı çok sıkıyordu...

Gerçi geçtiğimiz hafta içerisinde, ntvmsnbc'de ve eurosport'un forumlarında açılış töreninde bir takım fake'lerin yapıldığını okuduğumda biraz hayal kırıklığına uğradım. Çinli yetkililer Çin Ulusal Marşı'nı okuyan kızın playback yaptığını, aslında o yaşlarda başka bir Çin'li kızın okuduğunu söylemişler. Hani bu çok önemli olmayabilir ama, havai-fişek gösterilerinin bilgisayar ortamında hazırlanmış olabileceği gibi bir iddia da dolaşıyormuş ortada...

Öyle ya da böyle, herkese parmak ısırtacak bir törenle başladı Olimpiyatlar! Neden Türkiye olarak bu tarz bir organizasyonun tarafımıza verilmediğini daha da iyi anladık. Aslında iyi ki de verilmemiş, Pekin 2008'ten sonra çıta daha da yükseldiği için Londra 2012 şimdiden konuşulmaya başlandı...

28 Milyar $'ı tesis ve altyapı yatırımları olmak üzere yaklaşık 42 Milyar $ harcamış Çin. Devasa bir bütçe. Hele Atina 2004'de Yunanistan'ın sadece 9 Milyar$ harcadığı düşünülürse gerçekten etkileyici bir rakam.

Oyunlar süresince toplam 100 bin evet yanlış değil tam 100,000 gönüllü çalışıyormuş. Çin halkı cümbül cemaat seferber anlayacağınız. Gerçi diğer ülkelerden gönüllüler de çalışabiliyor olimpiyatlarda. Sadece bu değil, kişisel rahatlarından da feragat ediyor Çinliler. Restoranlarda köpek etinin yenmesi olimpiyatlar süresince yasaklandı. Hava kirliliği sebebiyle araçların trafiğe 1 gün çıkıp diğer gün çıkmamasının kararlaştırılması gibi....

Oyunlarla ilgili önemli noktalara geçmeden, Çin'de inşaa edilen olağan üstü tesislerden de bahsetmek istiyorum. O kadar parayı boşuna harcamadıklarını gösterdi Çinliler.




















Bu yapıların her biri muhteşem! En üstteki fotolar Kuş Kafesi adını verdikleri Pekin Ulusal Stadyumu. Stadyumun mimarisi kuş kafesini andırdığı için "BIRD'S NEST" adı verilmiş. 91 bin kişi kapasiteli olağanüstü bir spor merkezi. Onun altındaki resimler 10 bin seyirci kapasiteli Olympic Green Tennis Court'a ait. En alttaki 3 fotoğraf ise her yarış sırasında tekrar tekrar övülen, övüle övüle bitirilemeyen "WATER CUBE" olarak adlandırılan 17bin seyirci kapasiteli Pekin Ulusal Su Merkezi'ne ait... Canlı yayınlar sırasında farklı açılardan ekrana getirilen görüntüler sayesinde daha güzel görüntülere de ulaşabiliyorsunuz...

Gel gelelim oyunlara... Ben bu yazıyı yazarken resmi olarak oyunların 8.gününe geçmiş bulunuyoruz. 8 rakamının uğuruna inandıkları için 08/08/2008 08:08 de start verilmişti olimpiyata. Galiba 8 rakamı gerçekten uğurlu geldi ÇİN'e. Geride kalan hafta içerisinde adeta bir ÇİN SHOW vardı. Sadece bu mükemmel tesisleri veya organizasyonu hazırlamadıklarını gösterdi Çin'liler. Olimpiyatlara damgayı vurup dünyaya adeta meydan okumayı bellemişler.

Bu güne kadar geçen sürede 26'sı altın, 9'u gümüş, 6'sı bronz toplamda 41 adet madalyaya ulaştı Çin. 2. sırada olimpiyatların dominant isimlerinden ABD geliyor. 14'ü altın, 13'ü gümüş, 19'u bronz toplamda 46 madalya aldı ABD.

Cumartesi itibariyle atletizmde de mücadelelerin başlamasıyla neredeyse bütün dallarda yarışmalar başlamış oldu. Ben de -kendimi şanslı hissediyorum- artistik jimnastik, yüzme, atlama, voleybol, basketbol, tenis, okçuluk, halter, güreş, eskrim, judo ve atletizmin bir çok branşı olmak üzere sayısız disiplinde mücadele izleme şansı buldum... Bunların bir kısmı canlı, bir kısmı tekrar, bir kısmı da özet oldu maalesef. Hafta içi iş dönüşü 17:30-22:o0 arasını sadece ve sadece olimpiyatla geçirdiğimi söyleyebilirim. Evde geçirdiğim günler ise bir şölen adeta. Mesela bugün 12:30-21:30 arası gibi bir süre ekrandan ayrılamadım... Aslında bu aralar ailecek bu moddayız diyebilirim :)
Olimpiyatlarda şuana kadar bana en çok keyif veren dallar, artistik jimnastik, yüzme, atlama(diving) oldu diyebilirim, bunlara bugün de atletizm eklendi. Artistik jimnastikte baylar ve bayanlar takımda ÇİN aldıkları altınlar ve sergiledikleri performanslarla oyunlara damgasını vurdu. Bununla da yetinmeyip erkekler bireyselde altın, bayanlar bireyselde de bronzu kaptılar. ÇİNliler bu istikrarı diğer disiplinlerde de gösteriyor şüphesiz. Örneğin halterde şuana kadar katılan müsabakalara katılan bütün ÇİNli sporculardan 1'i hariç 7'si altın madalya, o kalan 1'i de gümüş madalya aldı.

ABD'ye gelirsek, onlarda şüphesiz havuzun altın çocukları. Michael Phelps, bugüne kadar 6 final yarışında 6 dünya rekoruyla 6 altın madalya alarak sadece bu olimpiyatlara değil olimpiyat tarihine de damgasını vurdu. Amacı 8 altını da alabilmek ve bugüne kadar bir olimpiyat oyunu sırasında yine bir Amerikalı sporcu tarafından alınmış olan 7 altın madalya rekorunu kırabilmek. Bu arada kendisi kariyerinde 12 olimpiyat altın madalyası alan ilk sporcu olarak tarihe geçti!

Bütün bunlar olup biterken biz de Türkiye olarak tabiri caizse armut topladık. Atina 2004 olimpiyat şampiyonlar, madalyalı sporcuları bir bir döküldü. Nedense talihsizlik ve sakatlıklarda bir türlü peşimizi bırakmadı. Bugüne kadar toplamda 2 gümüş, 1 bronz madalya alarak toplamda 31. sıraya yerleştik. Bunların en önemlisi ise Türk Atletizm tarihinde bir ilk olan, Elvan'ın aldığı 10,000 metre bayanlar gümüşü! Diğerleri ise, Sibel Özkan'ın 48 kg Halterde aldığı gümüş ve Nazmi Avluca'nın 84-kg Grekoromen Güreşte aldığı bronz madalya.

Olimpiyatlar 24 ağustos pazara kadar devam edecek. Sadece ve sadece mümkün olduğunca çok izlemenizi tavsiye ediyorum! Olimpiyat oyunlarında sergilenen mücadele, oyuncuların üstün yetenekleri ve performansları, olimpiyat ambiyansı, özellikle havuzda olmak üzere ardı arkası kesilmeyen dünya rekorları -speedo sağolsun- izlemeye doyulmayan bir olimpiyat koyuyor ortaya.

Özellikle, 16 Ağustos Cumartesi Türkiye saatiyle 17:30 da başlayacak olan Erkekler 100 metre ye dikkat. Usain Bolt, Asafa Powell ve Tyson Gay arasında 9 küsür saniye kadar sürecek eşsiz bir karşılaşma. Favorim Usain Bolt ;)

Ayrıca "Dream Team" ABD Erkekler Basketbol takımı da oyunlara damgasını vuracak gibi duruyor.

Nadal ve Gonzalez arasında geçecek final maçı da kaçırılmayacaklar arasına girmeli!

Son olarak bir dipnot. Hakkını yemek istemem, yıllardır Olimpiyatları TRT sayesinde izliyorum- ancak, bu sene sadece ve sadece Eurosport'u takip ediyorum. TRT'ın voleybol maçında yorumcu olarak Ömer Üründür'ü alması açık bir neden galiba. Eurosport'da hem gün süresince sporcularla devamlı röportajlar yapılması, hem de sürekli değişik mücadelelerden görüntülerin ekrana getirilmesi gibi güzellikler var. Ayrıca aksamları yayınlanan Beijing Express adlı programda bütün günün 2 saate süren özetini bulabilirsiniz. Ve dee, eğer TV'nizde HD özelliği varsa, Eurosport ilk defa olarak olimpiyatları High Definition olarak yayınlıyor. Kaçırılmaaazzzzzzzzzzz!!!

Sizi bilemem ama ben "London 2012" hazırlıklarına şimdiden başladım... Keyifli seyirler...